Vedat Kitapçılık
Kargo Gönderim Saatleri;
Hafta İçi Saat 16:00 'ya kadar
Cumartesi Saat 11:00 'e kadar
Kartlarına Taksit
Seçeneklerimiz Vardır!
Banka Hesap Bilgilerimiz
Destek
HATTI
0212
240 12 54
240 12 58
Favori
Listenizde
Ürün Yok!
Sepetinizde
Ürün Yok!
Yeni Çıkan Yayınlar:      Mayıs (0)      Nisan (73)      Mart (140)      Şubat (116)

Tek Ve Bağımsız Hukuk

Tek Ve Bağımsız Hukuk



Sayfa Sayısı
:  
148
Kitap Ölçüleri
:  
16x23 cm
Basım Yılı
:  
2011
ISBN NO
:  
9786053774433

374,00 TL











ÖNSÖZ Bİz insanlar için ilksiz ve sonsuz sorun "insan"dıri insanın kendisidir. Doğal yanı bakımından bilimsel araştırmanın konusu olan insan, bütünsel bakımdan felsefenin odak noktasında yer alan bir sorun oluşturur: İNSAN NEDİR? Yaşamımızın anlamının, çözümüne bağlı olduğu bu sorun, daha yakından bakıldığında KANT′m belirttiği gibi, üç temel soruyu içerir: Neyi bilebiliriz? Ne yapmamız, nasıl davranmamız gerekir? Neyi umut edebiliriz? İşte kapsa¬mı çok geniş bu gibi sorularla "insan sorunu", felsefenin en karanlık sorunu olarak kabul edilmektedir. İnsan varlığı, yalınç ve yalınkat değil, değişik yanları içeren birleşik bir yapı gösterir; o, bir mikrokozmostur, kozmosun bütün katmanları onda yan¬sır ve yinelenir. AUGUSTIN′in deyimi ile insan, "varlığı" taşla-toprakla paylaşır; "organik yaşamda"bitkilerle birleşir; "ruhsal yanı"bakımından da hayvanlarla özdeştir; fakat "tinsel yaşamı" yalnızca, "meleklerle" pay¬laşır. Bu durumda insanın, "varlığın tacı" olduğunu söylemek yanlış olmasa gerekir. Nitekim MEVLÂNA, "Âlemden maksat, insandır" der. Ancak, "in¬san "dan kastedilenin de somut insan, tek tek insan, birey ve bireyler olduğu gözden kaçırılmamalıdır: UNAMUNO′nun deyişi ile "Etten ve kemikten in¬san; doğan, acı çeken ve ölen, Özellikle ölen; yiyip içen, eğlenen ve uyuyan ve düşünüp isteyen; görülen ve işitilen insan; kardeş, gerçek kardeş". Bu nedenle insanı, meleklerle paylaştığı söylenen sırf tinsel (manevî) ya¬nından, soyut akıl ve salt özgür yanından görmek, bizi gerçeğe uygun (hakî¬ki) bir insan tasarımına götürmez. Melek diye genel ve soyut bir kavram ola¬rak düşünülmüş "insan"ın gerçekliğinden söz edilemez, bu anlamda olmak üzere insan "tözîeştirilemez" (cevherleştirilemez); gerçekten var olan yalnız¬ca somut insan, diğer bir deyimle bireydir. Daha da ötesi, insanı sırf tinsel yanından görmek, bu tinsel yanlarının gelişmiş olup olmadığı biçimindeki gerçeğe uymayan bir düşünceden hareketle insanlar arasında seçkinler ve seçkin olmayanlar gibi bir ayrıma, bir ayrımcılığa götürmek tehlikesini de içerir. Bu konuda kısaca bir sonuca varmak üzere diyebiliriz ki, "varlığı temsil eden bireydir". Tümüyle varlık, anlamını bir bilincin karşısında yer almakla kazanır. Kendini bilmeyen yada bilinmeyen bir varlığın varlık kavramının oluşturulmasında bir rolü olamaz. Bilinç ise, gelişmiş olarak insanda, insan tekinde, bireyde bulunur. Buradan, birey olarak insanın bu dünyada varlığı, onun güvence altına alınması, bu yolda gelişmesi konusu üzerinde bilgi ve bilimin niçin yoğunlaş¬tığı, yoğunlaşmasının gerekliliği kolayca anlaşılmaktadır. İnsan yaşamda bilgi edinmeyi önce, bedensel varlığım korumak, kendisi¬ni kuşatan çevreyi tanıyıp ondan yararlanmak için ister; bedensel ve ruhsal ihtiyaçları onu bu yolda zorlamaktadır. Fakat insan asla, ister istemez sınır¬lı kalacak böyle bir bilgi ile yetinemez. O, anlamlı bir varlık olarak, yaşamın anlamını soruyor ve sorguluyor; her şeyden önce bir insan olmak için ne yap¬ması, ne olması gerektiğini bilmek istiyor. Bu sorulara cevap arayışında onun kişiliği ve onuru yatmaktadır. Bu yüzdendir ki, gönlümüzü tutuşturan, beynimizi çatlatan ve cevabını bel¬ki yaşamın evriminin sonunda bulabileceğimizi umut ettiğimiz bu sorular her insanda, en azından yaşamının bir anında yer bulabiliyor ve etkili olabiliyor. Nitekim, JOFFROYVn dediği gibi çoban da "Beni ne için yarattın, benim bu dünyada oynadığım rolün manâsı nedir? diye soruyor, bu bilinçli ve fakat hazin soruyu yaratana yöneltmek cür′etini gösterebiliyor". Çünkü, insan ancak böylece kişilik sahibi bir varlık olabiliyor. Onda ken¬disini bilgi edinmeye zorlayan, "hakikat" adını verdiğimiz yüksek bir değer bulunmaktadır; o, yücelik, ahlâk ve estetik gibi diğer tinsel değerlerle birlik¬te hakikat değerinin de taşıyıcısıdır. Burada artık o, bir hayvanın da tabi olduğu ve doğal bir zorunluluğu de-yimleyen İhtiyaçların buyruğundan çıkıp, tinsel(manevî) bir zorunluluk olan ve kendisini sorumlu kılan bir gereksinmenin buyruğu altına girer. İşte bu sorumluluktur ki, onu kişi yapar, ona kişilik sahibi bir kimlik kazan¬dırır. Çünkü, diğer yüksek değerlerde olduğu gibi, "hakikat" değerinde de bir "olması gereken" düşüncesi içkindir. İnsana seslenen bu istem de, ön koşul olarak insanın özgür düşünce ve özgür iradesinin varlığını gerektirir.. Yük¬sek değerlerin içerdiği istemin yerine getirilebilmesi buna bağlıdır. Bireyin özgür olmadığı, olamayacağı bir durumda "olması gereken" düşüncesinin bir anlamı olamaz. İşte bu özgürlük ve onun kullanılmasıdır ki, bireyde kişiliğin oluşmasımn nedenidir. Özgür insan sorumlu insandır; sorumluluk içermeyen bir özgürlük kavramı düşünülemez, böyle bir kavram açık bir çelişki oluşturur. Ve bu sorumluluk, insanın kendine karşı sorumluluğudur, aksi durumda bir "ol¬ması gereken"i yerine getirenin insana onur kazandırması anlaşılamazdı. Gerçi, yalnızca ahlâki değerlerin gerçekleştirilmesinde insan onurundan söz edilir. Nedir ki, ahlâki değerler evrensel ve total özellikleriyle her insan¬da bulunduğu gibi, her bir insanın her türlü davranışının da temelini oluştu¬rur. Nitekim hakikat, en yüksek ahlâki değer olan asevgi"yi, "hakikat sev-gİ8İ"ni ön koşul olarak gerektirir. "Artık ne hayranlık ne de sürpriz duy¬mayan insan ölmüştür denebilir; onun gözleri sönmüştür" biçiminde¬ki sözü ile EINSTEIN, aslında bu ahlâki koşula işaret etmektedir; çünkü, "sönen gözler"den kasıt "tinsel (manevî) gözler" olduğu açıktır. Ne var ki, insan tinsel gözü ile gördüklerinin gereğini her zaman yerine getirmeyebilir, bu konuda bir çok kusurları olur. Fakat işte bu "kusur bilin-ci"dir ki, onu özgürlüğünün ve ahlâki kişiliğinin bilincine kavuşturur ve yi¬ne bu yüzdendir ki, kusur taşıyıcısı bir varlık olarak onun kişiliğinde insan¬lığın onur ve kutsallığını onamak gerekir. Ve yine bu nedenledir ki, evrende var olan her şeyin bir araç olarak kullanılabilmesine karşılık yalnızca insan, akıl ve vicdan sahibi varlık, hiçbir zaman hiçbir amaca sırf araç olarak kul¬lanılamaz; o, kendi başına bir amaçtır. Şimdi, konumuz bakımından varılan sonuç olarak deyimlenmelidir ki, bilmek arzusu ve bilim kaygısı ile hukuka eğilmek de sahip olduğumuz "ha¬kikat" değerinin bir istemi olarak görünür. Hukuk böylece, önce insanın ken¬disini soylu kılan temeldeki hakikat sevgisinin gereği olarak meydana gelir, diyebiliriz. Ancak, olaya doğal yanından bakılırsa, hukukun bilinmesinde daha çok insanın yaşamsal çıkarının ulunduğu hemen de görülür. İnsan toplum dışın¬da yaşayamaz. Onun bedensel ve ruhsal ihtiyaçlarını giderebilmesi ancak, bir toplum içinde diğer insanlarla birlikte yaşaması ile olanaklıdır. Tek başı¬na yürütülebilecek bir yaşam için insan, asla yeterli bir donanıma sahip de¬ğildir. Ayrıca görüyoruz ki, birliktelik birçok hayvan türlerinde dahi vardır. Buna göre, birlikteliğin bir yaşam gerçeği, bu gerçeğin bir boyutu olduğunu söyleyebiliriz. Şu var ki, yaşamsal bir öneme sahip olduğu açık olan bu birliktelik, in¬sanlarda, özellikle böceklerde görüldüğü gibi, kendiliğinden, doğal bir güç ve zorunlulukla gerçekleşmemekte, insanın tinsel yanının, akıl ve vicdanının işe karışmasını gerektirmektedir. Bu eylemin sonucu ve ürünü de "hukuk"de-diğimiz olgudur. Anlaşılıyor ki, hukuk hakikat sevgisi kadar ve onunla birlikte, akıl ve vicdanlarda kök salmış bulunan, birlikteliğin gerektirdiği insana saygı ve hak sevgisinin tinselfmanevî) baskısı ile bir gereksinme olarak meydana gelmektedir. Hukuk, ilk işlevi, ilk görünümü bakımından bir düzen, bir toplum düze¬nidir. O, insan toplumunu oluşturup koruyan, toplumsal ilişkileri bir düzene sokan çerçevedir. Buna göre, insan toplumsuz, toplum da düzensiz var ola¬mayacağından, hukuksuz bir toplumun varlığı da düşünülemez. Düzen olarak hukukun insanlardan beklediği haksızlık yapmamak, kim¬seye zarar vermemek gibi olumsuz istemlerin yerine getirilmesidir; onun te¬mel amacı toplum düzeninin korunmasıdır; olumlu bir niteliği o ancak, bü¬tün yüksek değerlerin gerçekleşmesini sağlamakla kazanır. Yücelik değeri¬nin dışında ahlâk, hakikat ve estetik dediğimiz tinsel değerler birer kül¬tür değerleridir. Moral, bilim, sanat bu yüksek değerlerin yansıtılması, nesnelleş tirilmesîdir. Şimdi kolayca anlaşılacağı üzere, kültür değerlerinin gerçeklikte gelişip açılabilmesi, içinden yüksek kişiliklerin çıkıp kültürü oluşturacakları bütün bireylerin bedensel yaşam ve kişisel davranış özgürlüklerinin güvence altına alındığı yerde ve zamanda olanaklıdır. İşte bunu sağlayan ve sağlamakla yükümlü olan hukuktur, hukuk düzenidir. Ancak bu olumlu yani iledir ki hukuk, büyük bir önem ve üstünlük kazanır. İnsanın topluma, toplumsal yaşama olan ihtiyacının asıl nedeni bu, iç dünyasının gelişmesinin zorunlu kıldığı kültüre olan gereksinmesidir. Çünkü kültür ancak, bir toplumda oluşabilir ve gerçekleşmiş değerlerin bir birikimi olmakla da tarihi ve bireylerde oluşacak tarih bilincini zorunlu kılar. Bu ay¬nı zamanda, insanın insan olarak yaşamım kültürün oluşturduğunu, tarihin bir kültür tarihi olduğu olgusunu açıklığa kavuşturur. Geçmişin acılarını, sevinçlerini anlayıp duyumsamadan bu günü yaşamak ve değerlen¬dirmek, kendini ve ulusunu tanımak herhalde olanaksızdır, insanda tarih bilincinin ve birlik duygusunun uyanmasında geçmişin savaş öyküleri değil asıl, onun ahlâkını, böylece kimliğini oluşturan bilim, hukuk, örf ve âdet gibi öğelerle birlikte sanat ve edebiyatındaki ruhu etkilidir. Bütün bu açıklamalar hukuka ilişkin bilgi ve bilimin ne büyük ölçüde ge¬rekli olduğunu ortaya koymak içindir. Gerçi bir toplum içinde yaşayan birey¬ler, tabi oldukları hukuku herhangi bir nedenle, her hangi bir yoldan Öğrenip bilebilirler. Nedir ki, bu bilginin bir sistemden yoksun olmakla gerçeğe tam bir uygunluk taşımaktan, hakikati temsil eden bir bilgi olmaktan yoksun kalacağı kesindir. Bu nedenle bu bilgilerin tek′e indirgenip bağımsız bir bilimin içinde yer alması zorunlu görünür. Bu bilimin adı HUKUK BİLİMİ′dir Burada bu bilimi bilim yapanın, bilim olarak meşrulaştıranın HUKUK FELSEFESİ olduğu da asla unutulmamalıdır. Çünkü, hukuku bir bütün için¬de birleştiren ve onu bağımsız bir konu(obje) ve bilim niteliğine sokan Öğeleri ve temelleri ortaya çıkaracak bir derinlik ve kapsama sahip olan, bu bilimdir. An¬cak bu bilim yoluyla hukukun bütünsel olarak kavranması olanaklıdır ve bu yüzdendir ki hukuk felsefesinden uzak kalan bir hukukçu, REHFELDT′in de¬diği gibi tıpkı "fizikten anlamayan bir elektrikçi"olmaktan öteye gidemez. Burada dikkate değer olan şudur ki, bilim olmakla hukukun bizzat ken¬disinin de bir kültür gerçeği ve görünümü niteliğini kazanmasıdır. O, her bi¬limin hedefi ve asıl değeri olan "hakikat′
peşindedir. Daha bu özelliği ile hukuk bilimi insan yaşamının ayrılmaz bir parçası, tinsel varlığımızın geliş¬mesinin zorunlu bir koşulu olduğunu göstermektedir; çünkü, "hakikat" yüksek değerlerden biri olmakla onu yansıtmaya çalışan her türlü girişim ve bu girişimin ortaya koyduğu sonuç kültür adını taşımaya gerçekten hak sahibidir. Fakat hukuku bir kültür görünümü yapan, ona bir kültür niteliği kazan¬dıran daha da önemli bir boyutuna özellikle değinilmelidir. Bilgi teorisinden bilindiği üzere hakikat, bir bilginin konusuna uygunluğunu deyimler. Bu de¬mektir ki, her bilgi ve bilimin hakikati temsil edebilmesinin, bir hakikat id¬diasında bulunabilmesinin ön koşulu, onun bir araştırma konusunun bulun¬masıdır. Her bilgi ve bilim, bu adı taşıyabilmek için kesinlikle varlığa yönel¬mek, varlığın felsefede olduğu gibi tümünü yada özel bilimlerde olduğu gibi, onun bir görünümünü konu edinmek durumundadır. Hukukta bu konu, onun araştırma nesnesi (objesi) adalettir, adaletten başka bir şey olamaz. Adalet de varlığı temsil eden bir nesne(bir obje) niteli¬ğindedir; gerçi o, nesne olarak gerçekliğin (realitenin) bir parçası değildir ama, varlık da yalnızca gerçeklikten ibaret değildir; kimse varlığın düşünsel boyutunu ve onun nesnelliğini görmezlikten gelemez, onu reddedemez. Nasıl, matematik varlığın düşünsel nitelikteki bir görünüm ve parçasını oluşturu¬yorsa, adalet de diğer yüksek değerlerle birlikte, varlığın aynı nitelikte bir görünümünü oluşturur.. . Üstelik adalet yüksek değerlerden biri olmakla, gerçek bir kültür değeri¬dir. Bu demektir ki, adaleti gerçekleştirmeye yönelen hukuk, tam anlamı ile bir kültür gerçeğidir. Hukukun bu özelliği, diğer bir deyimle onun kültürel iş¬levi, asla göz ardı edilemez ve edilmemelidir. Aksi durumda insan yaşamı, bütünü ile tehlikeye düşer. Çünkü, adalet insana saygıyı dile getirir ve bu özelliği ile insanın, birey- sel ve toplumsal tüm yaşamım kapsayan ahlâki bir değer niteliğindedir. Bu işlevi ile insana saygıyı dile getiren adaletin, ahlâki bir değer niteliği¬ni kazandığı açıktır. Bu demektir ki, adalet ve dolayısıyla hukuk, tüm evre¬nin varlık ve yaşam güvencesi olan yüksek sevgi değerinin gerçekleşmesinin bir zemini ve olanağıdır. Bu yüzden ÖMER HAYYAM, "Adalet evrenin ru¬hudur "derken bunu, hukukun sırf düzen işlevi için söylememiştir. Hukukun düzen sağlamaktan başka bir işlevi de olacağı görülmediğinde, onun ahlâki ve kültürel işlevi görmezden gelindiğinde yada gözden kaçırıldı¬ğında artık o, ahlâka aykırı bile olsa her türlü amaca hizmet eden bir araç olarak algılanacak ve böylece amaçla araç arasındaki zorunlu bağı inceleyen bir teknikten ibaret sayılacaktır Bunun temel anlamı, seçilecek herhan¬gi bir amacın gerçekleşmesi uğrunda, hukukun bu gerçekleştirmeyi sağlayacak bir gücün buyruğuna verilmesi demektir Tek başına alındığında sırf bir doğa olayı olmakla, anlamdan yoksun ka¬lacak olan gücün ise, yapıcı olmaktan çok yıkıcı ve yok edici etki yaratacağı açık bir gerçektir. Bunun içindir ki, N. HARTMANN′m yerinde olarak sapta¬dığı gibi "Herkes, toplumunun adalet işlerinin iyi gitmesinden sorum¬ludur". Çünkü, bilim olarak hakikat sevgisinin, insana saygı olarak hak sevgisinin bir deyimi olmakla her iki açıdan kültür niteliği kazanan hukuk, bireylerin ve toplumların kültürel ve ahlâki düzeyini gösterir. Şimdi, böyle bir değer ve öneme sahip olan hukukun, gerek bilim olmak¬la ve gerekse ahlâki bir özü içermekle tekliğini ve bağımsızlığını olanak öl¬çüsünde açıklığa kavuşturmanın gerekliliği tartı şılamayacak kadar açıktır. Gerçekten o, Önce bilim olmakla bir sistem, bir düzen meydana getirmek durumundadır. Düzen düşüncesi de teklik ve bağımsızlığı ön koşul olarak gerektirir; çünkü, düzen kavramı her türlü keyfîliği ve kargaşayı dışlar. Diğer yandan, içerdiği eşitlik düşüncesinden ötürü adalet de huku¬kun tekliğini ve bağımsızlığını zorunlu kılmaktadır. Üstelik bu zo¬runluluk, ahlâki nitelikte bir zorunluluk, daha doğrusu bireyi kişi yapan, toplumu da bir insan toplumu, bir kültür toplumu yapan bir zorunluluktur. Nedir ki, bu açıklamaların genel bir geçerlilik kazanabilmesi her bilimin temellerini ve ön koşullarını oluşturan ilke ve yasaların bilinmesini, açık¬lığa kavuşturulmasını zorunlu kılar. Bu ilke ve yasalara bilinçlenmeden, is¬ter bilimsel ister ahlâki olsun, yapılacak her uygulama anlamdan yoksun kalacak, insan yaşamı için bir tehlike oluşturacaktır. Gerçi GOETHE′nin * Her uygulama zaten bir teoridir" sözü bir ger¬çeği dile getirir, fakat geçerli olup olmayacağı düşünülmeden, sırf uygulama¬ya göre uydurulacak bir teorinin ideolojiden ibaret kalacağı kesindir. Ön yar¬gılardan ve kesin inançlardan oluşan ideolojiler ise, düşüncenin kendi kendi¬sini yok etmesidir. Bu bağlamda "son söz" anlamına gelecek bir düşünceye de yer verilmesi, konunun önemini bir kez daha belirtmek açısından anlayışla karşılanmalı¬dır. İnsanî olan her iş, her kültürel yapıt sonuçta bireyin iç dünyasının koşul¬larına, özellikle onun ahlâki yönden sağlam bir yapı göstermesine bağlıdır. Hele hukuk gibi bir yandan hakikat aşkı, diğer yandan hak ve adalet sevgi¬si ile koşullanmış bir olgunun, onu gerçekleştirenlerin ne denli ahlâkına, iyi niyetlerine bağlı olacağı açıktır. Bu nedenle, RADBRUCH′un işaret ettiği üzere, nesnellik ve yasallık gibi değerlerle hukukun sorunlarının kesin olarak üstesinden gelineceğini kimse sanmamalıdır; nesnellik ve yasalhk(bilimin zorunlu koşullarına uygunluk) ancak, devlet yönetimi dürüst ellerde bulunduğu sürece yeterli olabilir. Üstelik değerlendirmelerin(değer yargılarının) görece oldukları gerçeği karşısında, hukuka tabi olanların yasama ve uygulamanın adaletine güven¬den başka bir umarı olamaz; duyumsanacak bu güven duygusu da, bu kez onların ahlâkını gösterir. İşte bu çalışma, hukuka güvenin nesnel temelini oluşturan, gerçek bir bilimin ön koşullarını belirtmek üzere mantık(lojik) ve bilgi teorisine iliş-kinfepistenıolojik) küçük bir araştırma niteliğindedir. Çalışmanın amacına ulaşabilmiş olup olmadığı okuyucunun yüksek takdirine sunulur. Şile Temmuz 2010 Vecdi ARAL İÇİNDEKİLER Giriş İnsan ve Bilgi I- Bilme İhtiyacı ve Gereksinmesi II- Hukukun Bilinmesi 3 III- Çalışmanın Amaç ve Anlamı Birinci Bölüm Bilgi ve Bilim I- Bilgide Konunun Tekliği 9 II- Bilimin Tekliği ve Bağımsızlığı 1- Bilimin Tekliği 17 2- Bilimin Bağımsızlığı 21 III-Bilimin İnsan Yaşamındaki Yeri 26 1- Bireysel Yaşam 26 2- Toplumsal Yaşam 30 3- (Pozitif) Bilimin Değerinin Sınırı İkinci Bölüm İnsan ve Hukuk I- İnsanın Tekliği ve Bağımsızlığı II- İnsanın Gerçekleşmesi 44 1- Gerçekleşmenin Aşamaları 44 2- İnsan ve Kültür 51 III- İnsan ve Toplum 58 IV- Toplum ve Hukuk 60 Üçüncü Bölüm Hukukun Tekliği ve Bağımsızlığı I- Hukukun Varlığa Bağlanması 63 II- Hukukun Tekliği 67 III-Bilim Olarak Hukukun Tekliği 71 1- Adalet Bilimî Olarak Hukuk 2- Klasik (dogmatik) Hukuk Bilimi 3- Değer Bilimi Olarak Hukuk 79 a) Değerlerin Niteliği 79 b) Değerlerin Bilinmesi 82 c) Değer Bilimleri 83 d) Hukukta Değerlendirici Düşünce 4- Hukukun Yaratılması İle Uygulanmasının Birliği 90 IV- Hukukun Bağımsızlığı 95 1- Öznel Adalet ve Tarafsızlık (bireyin adaletli olması) 95 2- Nesnel Adalet ve Bağımsızlık (düşüncenin özgür olması) 98 3- Adalet ve Bağımsız İnsan 105 Dördüncü Bölüm Hukuk Düzeninin Diğer Düzenlerden Bağımsızlığı I- Doğal Düzenden Bağımsızlık 1- Norm ve Doğa Yasası 113 a) Mantıki Karşıtlık 113 b) İnsan Doğasından Bağımsızlık c) Doğaya ve Hukuka İlişkin Yorum Farkı 2- Hukuk Düzeninin Toplumsal Yaşamdan Bağımsızlığı 116 3- Hukukta Güç Kullanılmasının Anlamı Diğer Toplumsal Düzenlerden Bağımsızlık 125 1- Örf ve Adetten Bağımsızlık 125 2- Ahlâktan Bağımsızlık 129 a) Hukukun Dışa, Ahlâkın İçe Dönük Oluşu b) Hukukun Heteronom, Ahlâkın Otonom Oluşu 134 c) Hukuk İle Ahlâkın Ortaklaşa Yanı KAYNAKÇA 143