Vedat Kitapçılık
Kargo Gönderim Saatleri;
Hafta İçi Saat 16:00 'ya kadar
Cumartesi Saat 11:00 'e kadar
Kartlarına Taksit
Seçeneklerimiz Vardır!
Banka Hesap Bilgilerimiz
Destek
HATTI
0212
240 12 54
240 12 58
Favori
Listenizde
Ürün Yok!
Sepetinizde
Ürün Yok!
Yeni Çıkan Yayınlar:      Nisan (50)      Mart (140)      Şubat (116)      Ocak (138)

Güvenlik Ekseninde Avrupa Birliği Mülteci Hukuku

Güvenlik Ekseninde Avrupa Birliği Mülteci Hukuku



Sayfa Sayısı
:  
193
Kitap Ölçüleri
:  
16*24
Basım Yılı
:  
2016
ISBN NO
:  
9786050500752

250,00 TL









  GİRİŞ

Avrupalı ülkeler, özellikle 15. yüzyılda gerçekleştirdikleri coğrafi keşifler ile uluslararası platformda yükselmeye başlamış, Reform-Rönesans-Fransız Devrimi gelişmeleriyle bu yükselme din-kültür-siyaset başlıklarında devam etmiş ve Sanayi Devrimi ile zirveye çıkmıştır. 1850-1950 yıllarında dünyanın en güçlü kıtası olan Avrupa, bu dönemde aynı zamanda iki büyük dünya savaşında (1914-1918 ve 1939-1945) büyük kayıplar yaşayarak, II. Dünya Savaşı’nı takiben uluslararası liderliğini kaybetmiştir.[1] Bu iki savaşın siyasi ve ekonomik yıkımlarını bertaraf etmek, Avrupa’nın güvenliğini yeniden tesis etmek ve küresel düzlemde tekrardan var olabilmek amaçlarıyla, altı Avrupa devleti[2], 1951 yılında kendi başlarına yetemedikleri fakat acil olarak gereksinimleri bulunan sektörlerde üretimleri birleştirerek, ortak hareket etme stratejisi ile ilk birlik oluşumu olan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu (AKÇT) hayata geçirmişlerdir. Avrupa’nın modern dönemde göç ile imtihanı da bu 1950 ve 1960’lı yıllarda başlamıştır. II. Dünya Savaşı sonrası ekonomilerini geliştirmek isteyen sanayileşmiş Batı Avrupa devletleri, savaşta yitirilen insan gücünden dolayı işçiye ihtiyaç duyunca, bunu göç üzerinden giderme yoluna girmiştir. Böylece yoğunluklu olarak 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başları arasında görülen ve başta Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) olmak üzere çok sayıda “göç veren” Avrupa ülkelerinin[3], “göç alan” konumu başlamış[4], günümüzdeki mülteci sorunlarının başlangıç noktası zuhur etmiştir. 1960-1973 yılları arasında, ülkeleri inşa etme-kalkındırma hedefleri doğrultusunda (Almanya gibi Batı Avrupa ülkeleri tarafından oldukça tercih edilen) misafir işçi göçü yaşanmıştır. Bahsedilen ilk iki göç çeşidi devletlerin bir yerde kendi tercihleri olduğundan, göçmenlere yönelik bir olumsuzluk ya da güvenlik uygulamaları göç-güvenlik tartışmasında merkezde değildir. Misafir işçi göçünün geçici oldukları kabulü de burada bir rol oynamıştır. Dahası, ülkeler kendi ihtiyaçları doğrultusunda göç politikalarını kendileri belirlemektedir; o sebeple de topluluk üzerinden ortak bir politika belirleme düşüncesi bu dönemde mevcut değildir.[5]

1950-1960’li yıllarda bir gereklilik/katma değer olarak görülen göç meselesi, 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren güvenlik odaklı değerlendirilmiş ve ekonomik gerileme-kültürel çözülme-kamu düzenine meydan okuma gibi nedenlerle üye ülkelerce daha çok kısıtlanması yeğlenmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, ekonomik durgunluk ve aşırı göçmen ve mülteci akımıyla Avrupa ülkeleri bu konuda sınırlamaya gitmeye başladılar. Doğu Avrupa’dan Batı Avrupa is­ti­kametinde kayda değer bir göç hareketi vuku buldu. Bu dönemde Avrupa sınırlarını artık dâhili ve harici sınırlar arasında ayrım yapmayan ve enerji, insan hakları, göç veya organize suç konularını kapsayan güvenlik algılarına göre tanımlamaya başlamıştır.[6] 1990’lı yıllar boyunca birliğin varlığının güçlendirilmesi, konumunun, sınırlarının ve bu doğrultuda çevresinin güvenliğinin sağlam temellere dayandırılması hedefi, Avrupa'nın geleceğine ilişkin tartışmaların odağında yer almıştır. Birliğin geleceği, güvenlik perspektifi ile şekillendirilmeye çalışılmıştır.

Adalet ve içişlerinin daha geniş bir bölümünü şekillendiren Avrupa Birliği mülteci politikası, nispeten AB politikasının oluşmasında yeni bir alandır. Roma Anlaşmasının orijinal metni, göç meseleleri ve sığınmacıların uyum ya da koordinasyonu hakkında hükümler içermektedir. Sığınmacı meselesi ile mücadele etme gereksinimi, 1972 yılında Münih Olimpiyatları[7]’nda yaşanan terör saldırıları sebebiyle yaşanan tedirginlik ilk kez 1975 Tindemans Raporunda bahsedildi. Örneğin bu saldırıdan sonra Avrupa Konseyi’nin Roma Zirvesi’nde Interpol’ün Avrupalı toplumları uluslararası teröre karşı etkin bir şekilde koruyamadığı düşüncesi ile 1975 yılında Trevi Grubu oluşturulmuştur. Taraf devletlerin İçişleri ve Adalet bakanlıkları, 1976 yılından itibaren terörizm, sivil havacılık güvenliği ve nükleer güvenlik gibi konularda kendi aralarında bilgi paylaşımı sağlanmıştır. TREVI (Terrorism-Racism-Violence-International) adlı oluşumun çalışma alanı, başlangıçta terör ile mücadelede taraf ülkeler arasında koordine iken, bu, zamanla topluluk üyelerinin diğer sınır ötesi sorunları doğrultusunda genişlemiştir.

1984’teki Fontainebleau Avrupa kurul toplantısını takiben iç sınır kontrollerinin yok edilmesine ilişkin tartışmalar daha çok önem kazandı. Avrupa’da göç politikaları ve güvenlik algısı bağlamında Schengen Antlaşması (1985) ve Avrupa Tek Senedi (Single European Act, 1986) özellikle zikredilmelidir. Hükümetler arasında işleyen bir sistematikle Fransa, Almanya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg kendi aralarında coğrafi sınırları, daha doğrusu sınırlarındaki gümrük ve polis kontrollerini kaldırmak istediler. Schengen Antlaşması,1990 yılında imzalanmasa da yürürlüğe girmesi 1995’i bulmuş, bu sürede İspanya ile Portekiz de Schengenland (Schengen Ülkesi) sınırlarına dâhil olmuştur. Ortak sınırlardaki kontroller ortadan kaldırılırken görülebilecek iç güvenlik problemleri için dış sınırlar üzerindeki denetimler daha da etkinleştirilmiştir. Yine, 1987 yılında yürürlüğe giren Avrupa Tek Senedi ile Topluluk ülkeleri arasında dört temel ögenin– anapara, hizmet, işgücü ve mal – dolaşımı serbestleşmiştir. Topluluk içi serbest dolaşım, üye ülkeler arasında dayanışma ve işbirliklerini arttırmakta iken, göç/mülteci gibi dışarıdan gelebilecek insan hareketlerine karşı da bakış değişmiş, yeni engeller getirilmiştir. Bu bağlamda kritik nokta şudur: “Serbest piyasanın, özellikle Ortak Pazarın, gerektirdiği mal, hizmet, sermaye ve emek dolaşımının serbest kalmasıyla birlikte, göçmen ve sığınmacılar artık insani yardım ve koruma gerektiren veya işçi göçmenleri gibi ekonomik bir amaca hizmet eden kişiler olarak değil, devletin sosyal hizmetlerinden yararlanmaya çalışan veya sosyal düzeni tehlikeye sokan, sınırlara tehdit oluşturan kişiler olarak görülmeye başlanmıştır.”[8] Bir Topluluk üyesi ülkede ihtiyaç duyulabilecek işçi gücünün diğer bir üye ülkeden sağlanması yanı sıra üye ülkeler böylece aslında dış sınırların kontrolü ve güvenlik başlıklarında kendi aralarında daha fazla ortak hareket etme stratejisi geliştirmişlerdir.[9]

Topluluk üyesi ülkelerin hükümetlerarası işbirliği yöntemi ile 15 Haziran 1990 tarihinde mülteci konusunda yasal çerçevenin temelini atmış olan ilk metin Dublin Sözleşmesi’dir. 1997 yılında yürürlüğe giren bu sözleşmenin nirengi noktası, sığınma talebinde bulunan kişiler için sorumluluğun Topluluk’a giriş yapılan ülkeye verilmesidir. Burada amaç, süreci kötüye kullanmanın önüne geçilerek, bir kişinin birden çok üye ülkede sığınma başvuru yapabilmesini engellemektir. Yine, başvuru sahibinin parmak izi bilgilerinin alınarak üye ülkeler arasında paylaşılmasına dayanan EURODAC (European Dactyloscopy) ismiyle merkezi bir sistemin hayata geçirilmesi, bu süreç ile başlamıştır. Topluluk üyeleri için dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı güvenlik sağlama hedefinde etkin bir çözüm gibi görünen parmak izi alma işlemi, bütün mültecileri yasa dışı bir düzleme oturtarak, güvenlik algısına başka bir negatif boyut katmıştır.

Soğuk Savaş sonrası dönemde Avrupa’ya yönelmiş göç hareketleri, Topluluk içi kararlardan (Örneğin; AB’nin derinleşme ve genişleme süreçleri), yakın çevresinde (Örneğin; Bosna-Hersek Savaşı, Kosova savaşı) derinden etkilenmiştir. Paralelinde, Avrupalı toplumların güvenlik algısı da yeni bir şekil almıştır. Göç-mülteci konusunda Maastricht Antlaşması ile birlikte Topluluk üyesi ülkeler – hükümetler arası politikalar daha etkin kalsa da – AB çatısı altında kararlar almaya başlamış, bu kararlar Amsterdam Antlaşması ile Birlik müktesebatının bir parçası haline gelmiştir. Amsterdam Antlaşması ile göç-mül­teci başlıklarında ulusüstü politikalar dönemine geçilmiştir. Yine bu dönem ile Birlik, ağırlıklı olarak güvenlik odaklı bir yaklaşıma evrilmiştir. Bir diğer ifadeyle: Göç-sığınma meselesinde Avrupalı devletler 1990’lı yıllara kadar aralarında işleyen bir koordinasyon yöntemi ile değil, daha ziyade sınır ötesi suçlar ve terörizm bağlamlı hareket etmekte iken, Amsterdam Antlaşması ile bu hususlar AB’nin ortak meselesi haline getirilmiştir. Burada sığınmacıların sayısında kayda değer bir artışın yaşanması etkin olmuştur.

Topluluk, Maastricht Antlaşması ile şu üç sütun üzerinde yükselmek istemiştir: 1. Ekonomik ve Parasal Birlik, 2. Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası ve 3. Adalet ve İçişlerinde İşbirliği. Göç politikasına ilişkin bu antlaşmanın başlıca vurgusu, üye devletlerin yanı sıra AB organlarına da yetki verilmesi gerektiğidir. Akabinde, Maastricht’ten önce devletlerarası bir anlayış ile yürütülen Trevi ve Göç grupları kurumsal olarak birleştirilmiş, Trevi Grubu yeni oluşturulan “Adalet ve İçişleri” ne eklemlenmiştir. Maastricht Anlaşması’nın K-3. maddesine göre Avrupa Polis Ofisi (Europol) [10] kurulmuştur. 1999 yılında yürürlüğe giren oluşum ile AB üyeleri ile birliğin ortaklık ilişkisi geliştirdiği diğer devletler arasında uluslararası organize suçlar ve terörizm konularında iş birliği hedeflenmiştir. Bu güvenlik kabulü birimleri, bir yandan AB içi güvenliği etkin bir şekilde tesis etmenin, diğer yandan göç-mülteci başlıklarının yasa dışı göçler-terörizm konuları ile iç içe geçen bir düzenekte değerlendirilmelerinin izdüşümleri olarak yorumlanabilir.

“AB göç yönetiminin müktesebata entegre edilmesinin belki de en önemli dönüm noktası[…] Amsterdam Antlaşması’dır. Amsterdam Antlaşması’yla birlikte: Birliğin ‘bir özgürlük, güvenlik ve adalet’ alanı olduğu belirtilmiş; Antlaşmaya serbest hareket, göç ve sığınma konularını kapsayan bir bölüm eklemiş; Schengen Sözleşmesi’ni, antlaşma çerçevesine dâhil etmiş, ve ırk ve etnik kimlik temelinde ayrımcılığa karşı yasamanın önünü açmıştır. Bu uygulamaların en önemli sonucu göç ve sığınma konularının devletlerarası bir direkten (Adalet ve İçişleri direği) alınarak AB Antlaşmasının içine konulmasıdır.”[11]

Bu dönemde Akdeniz üzerinden gerçekleşen yasa dışı göçler sebebiyle kimi AB ülkeleri durumu AB gündemine çekmiştir. Bunun üzerine 15-16 Ekim 1999 tarihinde yapılan Tampere Zirvesi’nde şu hedefler doğrultusunda çalışılacağı duyurulmuştur: Ortak bir AB sığınma ve göç politikası, gerçek bir Avrupa Adalet Alanı, Suçlara karşı Birlik geneli (Unionwide) mücadele, Güçlü Dış Eylem.[12] Bu kararlar, AB düzeyinde ortak politikanın gelişiminde kayda değer bir rol oyna­mıştır.

Mültecilerin durumlarına ilişkin hususlarda üye ülkeler arasında ortak bir tutum geliştirme çalışmalarında, AB, 1999 yılından itibaren “Avrupa Ortak Sığınma Sistemi” (OASS) üzerinde yoğunlaşmaktadır. Yasal düzenlemelerin çerçevelenmesi, üye ülkelerin hukuksal uygulamaların benzeştirilmesi, hem üye devletler hem de üye olmayan, komşu devletler arasında işbirliği ve koordinasyonun sağlanması, burada öncelikli amaçlar olarak dikkat çekmektedir.

11 Eylül saldırıları[13] ile Avrupa toplumlarında tetiklenen “ötekinin saldırısı” korkusu hatta travması eklenmelidir.[14] Kısaca, “bir zenginlik belirleyeni” olan göç konusu önce “ekonomik gider kalemi”, sonra da “toplumsal/kültürel/kimliksel yozlaşı paratoneri” olarak algılanmaya başlanmıştır. Bu da ilintili devletlerin güvenlikçi paradigmaya geçişine alt yapı sunmuştur denilebilir. 11 Eylül sonrası göç ve sığınma politikalarını katılaştıran AB ülkeleri, komşuları üzerinden görünmeyen duvarlar (uygulanan sıkı vize sistemleri veya Geri Kabul antlaşmaları gibi) var ederek, göç-mültecilik olgularının olası siyasi-ekonomik-toplumsal-kültürel etkilerinden kendilerini muhafaza etmeyi hedeflemektedir.[15] Bu çerçevede AB, 2003 yılında Avrupa Güvenlik Stratejisi Belgesini yayınlamıştır. Güvenlik kavramı, bu belgede, askeri niteliği göstermekle birlikte, siyasi, diplomatik, ekonomik ve çevresel boyutları da kapsamaktadır. "Güvenlik Ortamı: Küresel Meydan Okumalar ve Başlıca Tehditler", "Stratejik Amaçlar" ve "Avrupa Siyasetine Etkiler" olarak üç bölümden oluşan bu strateji ile Birlik, hiçbir devletin günümüzdeki karmaşık güvenlik problemlerini tek başına yönetebileceği-çözebileceği kanısında olmadığını belirtmiştir. Belge ile Avrupa (ve dünya) güvenliği için başlıca meydan okuma ve tehditler olarak; uluslararası terörizm, kitle imha silahlarının/teknolojilerinin yayılması, bölgesel çatışmalar, dağılma ve çöküş içinde bulunan devletler ve sınır aşan organize suçlar vurgulanmıştır. Yasa dışı göçler, sınır aşan organize suçlar çerçevesinde değerlendirilmiştir.[16]

AB’nin 2003 yılında Lahey Zirvesi’nde deklare edilen şu prensipler; birliğin, göç-mülteci konularında güvenlik paradigması doğrultusunda ilerlediğini göstermektedir: İllegal göçlerle mücadele, kaçak göçmenlerin kaynak ülkelere iadesi için politikalar tasarlanması, üçüncü ülkelerin sığınma sistemlerinin geliştirilmesi için bu ülkelerle işbirliğine gidilmesi, yeniden yerleştirme programlarının uygulanması, AB üyesi ülkelerin sınır güvenliğini sağlamakla yükümlü FRONTEX[17] için fon oluşturulmasıdır.

2004 yılında kabul edilen Hague Programı, “Avrupa Birliği’nde Özgürlük, Güvenlik ve Adaletin Güçlendirilmesi” amacında bir başka adımdır. Temel olarak, Tampere Zirvesi’nden itibaren beş yıllık sürede göç ve sığınma konularında meydana gelen gelişmeleri özetlemektedir. Göçün kaynak ve transit geçiş noktalarındaki ülke ve bölgeler ile işbirliğini tavsiye etmektedir. Örneğin 2004 yılında hayata geçirilen Avrupa Birliği Komşuluk Politikası (AKP) ile Kuzey Afrika’dan Doğu Avrupa’ya, Balkanlar’dan Güney Kafkasya’ya AB komşularında kalkınma-istikrar-güvenlik hedeflenmiştir. Burada, eğer hedefler sağlanabilirse, hem yasa dışı göçlerin hem de mülteci başvurularının azalma eğilimine gireceği savlanmıştır. Aslında AKP ile AB sınırlarında-üye ülkelerde alınan güvenlik önlemleri kadar çevre ülkelerde ekonomik ve siyasal istikrara verilen katkının öneminin kavrandığı görülmektedir. Diğer yandan, AB’nin bu stratejisi, çözüm olasılıklarını üçüncü ülke topraklarına yönelttiği düşüncesi ile eleştirilmiştir. Yine bu doğrultuda, 2005 yılında “Birliğin Göçe Yönelik Global Yaklaşımı” kabul edilmiş, sorunun çözümü için kaynak ve transit ülkelerin kalkınmalarının merkezi konumu vurgulanmıştır.

Avrupa Birliği Anayasası’nın 2005 yılında Fransa ve Hollanda tarafından reddedilmesi ile Birlik, kurumsal ve hukuksal düzlemlerde“ Avrupa Birleşik Devletleri” yolunda ciddi bir blokaj almıştır. Böylece, AB’nin 2004 yılındaki genişlemeden sonra siyasal düzlemde derinleşme fikri, üye ülkelerin varlığının-tasarruflarının devreden çıkarılmaması düşüncesi ile engellenmiştir. 2007-2009 yıllarında Lizbon Antlaşması ile Birlik kimi hususlarda geri adım atarak sürecine devam etmiştir. Lizbon, AB katında göç konusunda en çarpıcı değişikliklerin karar alındığı dönemlerden biridir. Üye devletler, AB katında iç güvenlik ve dış sınırların birleşik yönetimini ilk kez karar altına almışlardır. “Özgürlük, Güvenlik ve Adalet” bağlamında oybirliği ile karar alınması ilkesi, bazı istisnalar saklı tutularak, büyük oranda kaldırılmış ve nitelikli çoğunluk ilkesine dönüşmüştür. Üye devletlerin taleplerini kanunlara yansıtan bir anlayışla illegal göç ve izinsiz ikamet eden kişiler ile – sınır dışı etme ve geri gönderme dâhil, çeşitli tedbirler ile mücadele edileceği bildirilmiştir.

Fransa’nın dönem başkanlığında Birlik, 2008 yılında oluşturduğu Avrupa Birliği İltica ve Göç Paktı’nda güvenlikçi yaklaşımını et­raf­landırmıştır: “Her bir üye ülkenin kendi öncelikleri, ihtiyaçları ve kabul kapasitelerinin kendi belirlediği şekliyle yasal göçün düzenlenmesi (özellikle iş piyasasına katkıları ve entegrasyona vurgu vardır); yasa dışı göçmenlerin menşe ülkelerin veya geçiş (transit) ülkesine geri gönderilmelerinden emin olmak suretiyle yasadışı göçün kontrol altından tutulması (üçüncü ülkelerle geri kabul anlaşmaların yapılmasına vurgu vardır); sınır kontrollerinin daha etkili bir hale getirilmesi; tek bir sığınma prosedürün ve mülteciler için tek bir statü uygulanması; menşe ve geçiş ülkeleriyle göç ve kalkınma arasında etkileşimi desteklemek için kapsayıcı ortaklıkların kurulması.”[18]

Hague Programı yerine, 2009 yılında “Vatandaşlarına Hizmet Eden ve Koruyan Daha Açık ve Güvenli Avrupa” sloganıyla deklare edilen “Stockholm Programı”, göç konusunda şu hükümleri getirmektedir: Daha sıkı bir entegrasyon politikasını uygulamaya sokmak, yasa dışı göçle mücadeleye ivme kazandırmak, kimsesiz küçükleri koruyucu tedbirler üretmek, diğer ülkelerle işbirliği içinde evrensel bir göç anlayışı inşa etmek, iş piyasasının ihtiyaçları doğrultusunda üye ülkeler arasında ortak bir politika geliştirmek. Stockholm Programı, özellikle insan hakları örgütleri tarafından baskıcı bir denetim mekanizması kurularak, demokratik hak ve özgürlükler ile sığınma hakkının sınırlandırılacağı ve FRONTEX’in rolünün artırılarak sınırların silahlandırılacağı, daha özelde göç-mülteci sorunlarının sadece güvenlik önlemleri ile çözülemeyeceğini düşünceleriyle eleştirilmiştir.

Avrupa ülkelerinde gerçekleştirilen Madrid[19], Londra[20] ve en son 2015 yılındaki Fransa’nın dünyanın en çok turist çeken başkenti Paris’e yapılan saldırılarda, 130’un üzerinde kişi öldürülmüştür. Sonuç olarak, Avrupa insanı teatral olarak meydana gelen olaylarla güvenlik-insan hakları dikotomisinde bir sınava tutulmuştur. Mültecilik de, bu korkudan ve güvenlik önlemlerinden payını almıştır. AB ülkeleri, komşuları üzerinden görünmeyen duvarlar (uygulanan sıkı vize sistemleri veya Geri Kabul antlaşmaları gibi) var ederek, göç-mültecilik olgularının olası siyasi-ekonomik-toplumsal-kültürel etkilerinden kendilerini muhafaza etmeyi hedeflemektedir.

Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan Arap baharı[21] ise Avrupa’da II. Dünya Savaşından sonra en büyük göçmen krizine neden oldu. Bazı Avrupa ülkeleri belli sayıda mülteci kabul ederken bazıları ise mültecileri ülkelerine kabul etmemek için büyük bir çaba içerisine girdiler. Avrupa’ya ulaşan sığınmacı sayısı, 2013 yılında 431 00 kişi iken, 2014’te 627 000 kişiye, 2015’te 1 255 600 kişiye çıkmıştır. Avrupa yine güvenlik gerekçesiyle bu dönemde sığınmacıların Avrupa’ya varışını engellemek için göç politikalarını daha da sertleştirmiştir.

Güvenlik kaygıları çerçevesinde Avrupa Birliği mülteci hukukunun gelişimini yukarıda anlatılan sorunlar çerçevesinde dört bölümde irdelenmiştir. İlk bölümde, güvenlik ve göç kavramlarının ilişkisinden ve özellikle Avrupa Birliği’nin göç politikasının gelişimi ve güvenlik algısının değişiminden bahsedilmiştir. İkinci bölümde Avrupa Topluluğu çerçevesinde yapılan mülteci hukuku çalışmaları Maastricht antlaşması öncesi ve sonrası olarak ele alınmıştır. Üçüncü bölümde “Ortak bir Mülteci Hukuku” geliştirmek üzere yasal düzenlemelerin yapıldığı Amsterdam Antlaşması ve sonrası irdelenmiştir. Dördüncü bölümde ise, AB mülteci politikasındaki son gelişmeler Lizbon Antlaşması ve Stockholm programı çerçevesinde in



İÇİNDEKİLER


ÖNSÖZ 5
İÇİNDEKİLER 7
KISALTMALAR LİSTESİ 11

GİRİŞ 13

I. BÖLÜM:
KAVRAMSAL ANALİZ: GÖÇ, GÜVENLİK VE MÜLTECİ
1) Göç ve Güvenlik 23
2) Avrupa’da Göç ve Güvenlik Tartışmaları 26
3) Mülteci Kavramı 29
a) 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne Göre Mültecilik 30
b) Diğer Uluslararası Sözleşmelere Göre Mültecilik 34
c) Türk Hukukuna Göre Mültecilik 35
d) Avrupa Birliği’nde Mülteci tanımı 36

II. BÖLÜM:
AVRUPA’DA MÜLTECİ HUKUKUNUN DOĞUŞU: MAASTRICHT ANTLAŞMASI VE ÖNCESİ
1) Maastricht Antlaşması Öncesi Sığınma Politikaları 39
a) Avrupa Tek Senedi 40
b) Schengen Antlaşması 42
c) Dublin Sözleşmesi 50
d) Londra İlke Kararları 52
1. Açıkça Temelden Yoksun İltica Başvuruları Hakkında İlke Kararı 52
2. Ev Sahibi Üçüncü Ülkelerle İlgili Meselelere Uyumlaştırılmış Yaklaşım Hakkında İlke Kararı 53
3. Genel Anlamda Ciddi Zulüm Riski Olmayan Ülkeler Hakkında Sonuç Kararları (Güvenli Üçüncü Ülkeler Hakkında Karar) 55
2) Maastricht Antlaşması 58
a) Vize Uygulamalarının Uyumlaştırılması 61
b) Sığınma Prosedürü Asgari Teminatları Hakkında Konsey İlke Kararı 63
c) Mülteci Tanımının Uyumlaştırılması Hakkında Ortak Tutum 65
d) Yerinden Edilmiş Kişilerin Geçici Olarak Kabul Edilme ve İkametleri Hakkında Yük Paylaşımı ile İlgili Konsey İlke Kararı 68

III. BÖLÜM:
AMSTERDAM ANTLAŞMASI VE SONRASI: ORTAK BİR MÜLTECİ HUKUKUNA DOĞRU
1) Amsterdam Antlaşması 71
2) Viyana Eylem Planı 76
3) Tampere Zirvesi 77
4) 2000-2005 AB Mülteci Fonu 78
5) Geçici Koruma Yönergesi 79
6) Avrupa Ortak Parmak İzi Tanımlama Sisteminin Kurulmasına İlişkin Konsey Tüzüğü (EURODAC) 85
7) Kabul Koşulları Yönergesi 2003 88
8) Dublin II Tüzüğü 94
9) Mültecilik Nitelendirme Yönergesi 101
10) Sığınma Prosedürlerini Uyumlaştırma Yönergesi 107
11) Avrupa İçin Bir Anayasa Oluşturan Antlaşma’da Sığınmaya İlişkin Hükümler 115
12) Hague Çok Yıllı Programı (2005-2010) 117

IV. BÖLÜM:
LİZBON ANTLAŞMASI SONRASI AB MÜLTECİ HUKUKU
1) Lizbon Antlaşması 121
2) İade Koşulları Yönergesi 124
3) Avrupa Sığınma ve Göç Paktı 132
4) Stockholm Programı 133
5) Avrupa Sığınma Destek Ofisi (EASO) 140
6) Mülteci Nitelendirme Yönergesi 2011 142
7) Kabul Koşulları Yönergesi 2013 148
8) Sığınma Prosedürlerinin Uyumlaştırılması 2013 152
9) EURODAC 2013 159
10) Dublin III Tüzüğü 162
11) Avrupa Birliği ile Türkiye Geri Kabul Antlaşması 165
SONUÇ 179
KAYNAKÇA 183